Ey unutmak...
Tabiatlarınıza mükafat,
Tabiatlarınızı aşağılarca(!)
(Kasım 2009)
Tabiatlarınıza mükafat,
Tabiatlarınızı aşağılarca(!)
(Kasım 2009)
Çıkarıp başını bir kış günü de olsa pencereden Soluklanabilmeli insan Ölebilmeli mesela ara ara Tanrı yumuşayabilmeli bazen Bazen aciz bir kul da olabilmeli Yetişilmesi gereken onca işe sürerken Direksiyonunu sevdiği bir yere kırabilmeli aniden Sorulan bir soruya cevap diye Aklından geçeni alakasız da olsa Yüksek sesle söyleyebilmeli En ciddi ifadesini almışken hayat üstelik Gülmekten ağrıyan karnını tutabilmeli Tanrıyla sohbet edebilmeli insan Şarap içmeli karşılıklı yirmi üç yıllık Neden diyebilmeli İyikilerini itiraf edebilmeli Sitem ederken Dayayıp kafasını omzuna Sensiz yapamıyorum diyebilmeli Bir taşın üzerinden atlayarak intihar edebilmeli Kötü hayaller kurabilmeli insan Gözünü açtığında tekrar layık görülmüş gibi hayata Dizlerini silkeleyip yeniden doğrulabilmeli Kendine hayat bahşetmeli insan Kaderin elinde olduğunu hissedebilmeli Cesurca seçebilmeli tuhaf geleni insana Tüm insan icatlarını görmezden gelebilmeli Saatler rakamlar mevkiler para Sudan sebeplere gülücükler dağıtabilmeli Çirkin bir sesle de şarkılara eşlik edebilmeli Öfkelenebilmeli hakaretler yağdırabilmeli hayata Nefesini tutup da kimi Bazen hayata fazla geldiğini düşünebilmeli Bazen yerçekimini hissedebilmeli Yorulabilmeli sevişmekten Nasihatler vermeli kendine geçip aynanın karşısına Kızabilmeli Bazen asilce kendini terk etmeli o an Kal diyebilmeli kendine sonra Tüm yüzünün kıvrımlarını okşayabilmeli Bazen yalnızlığı sevebilmeli Tutup kendi elinden sinemaya gidebilmeli Karın tokluğuna değil Kendine sevdiği bir yemeği ısmarlayabilmeli Özene bezene gitmeli hatta görüşmeye Koşarak Yetişmek için kendine Bekletmekten hoşlanmadığı için kendini. Su katmadan içkisine Bulandırmadan hayatı Sek içebilmeli (Ocak 2010) |
Bir yer.. Gözlerle sevişmemiş, Düşüncelerin düşüne maruz kalmamış.. Bir yer.. İklimlerin huzurla dans ettiği.. Kelimeleri yok.. Dil bilmeyen... Bir yer.. Elinde naftalin kokulu çeyizi Anlaşılmayı bekler.. Bir yer.. Hala yok bi efsanesi.. Üzerine konuşulmamış, Yazılmamaış, Karalanmamış.. Bir yer.. Anıları altı yaşında küçük bi kız çocuğu kadar zinde Zihinden en son silinecek hikaye.. Bir yer.. Vefa borcu ödenmiş.. Huzurlu.. Bir yer.. Yaslayıp sırtını dinlensen, Öleli yirmi üç yıl olmuş; Sanki izlediği suda bedenini temizler.. Su ki zemzem.. Ruhun; Ardıç gibi ayakta.. Ardıç kadar kahraman Ardıç kadar suskun... Bir yer.. Arda kalan... İçi oyulmuş ağacı benden başkasının anlayamayacağı.. Bir yer.. Aramızda sır.. (Ağustos 2009) |
|
Günah sevap tartımı kaybettim; Gel-git değil bu defa.. Tamamen yitmek.. Kime aynam desem ardı karanlık.. Kimin karanlığına güneş bassam Yüzüm silinir.. Zanlar başlar ardından.. 'Artık'lar.. Arda kalanlar.. Kırıntılar.. Şimdi Kimin dilinde sahiplik eki alsa adım Korkularım başlar... (Eylül 2009) |
Dedi: - Ağlayamadığım günlere adak olsun bu yaşlar… Kendi yalnızlığının dilinde yazılmış bir manifesto edasıyla. Oysa - Her şey değişiyor; yollar, adımlar, vasıtalar, varılanlar, bırakılanlar, kıyafetler… Ve yine her şey koca bir hortumun içine kapılıp, geçmiş gibi tozlu, ruh kadar bulanık, zihin kadar karmaşık, sonsuzluk gibi sisli bir yalnızlığa dönüşüyordu. Sonra yine yaka paça, soluk soluğa bir öfkeyle onu benliğine fırlatıyordu. Kendine çarptıkça canı yanıyordu… Susuyordu… İçine peygamber saklamış bir balık gibi hissediyordu kendini. Derinlere iniyordu. Gizleniyordu. Durulup sonra Her şeyden uzaklaşıyordu. Hiçbir bulantıya yer vermemek, Kusmamak için… - Ahh..İçimin güzellikleri ne bereketsiz… Diyordu. - Bunu da kaybedemem… Doğum günüydü. Susmamıştı gözyaşları daha. Hâlbuki daha dün, daha dün..! Ödemişti tanrısına tam yirmi üç yılın vefa borcunu. Hayattan çaldığı bozuk zamanlarla… Hayat dilenip de üstü kalsın diyerek bırakıp ümitlerini… Hani karşılığında ucu ucuna yeten bir tebessüm almıştı da zaten kahkahalarda yokmuştu gözü… Annesini hatırladı yine yetindiğinde; Ve babasını andı en fiyakalı küfürleri sıfat diye adının önüne ekleyip! Evine geldiğinde farklı karşılanmıştı bu defa. Yalnızlığı tüm ziynet eşyalarıyla süslenmiş, alımlı, neşeyle, çoğalarak açmıştı kapıyı “ İyi ki doğdun! ” nidalarıyla… Aralarından sıyrılıp da balkona kaçtı. Gökyüzünden tek nefes çalamadı derince… - Nasibim mi bu kadar...? (Bunu kendine bile söyleyemedi içinden.) Koca bir HİÇ olamamalıydı tüm soruların cevabı. Bir yaraya tırnak atmak gibi irkilticiydi bu gerçek…! - Tutkalı olmalı iki âlemin. Bu boşluk, havada asılmışlık, belirsizlik ritmini bozuyor yaşamın, soluklarını çalıyor… Diyordu. İçinden konuşuyordu. İçine… İçli… Dilinde kelimeler ellerinde bastonla ha düştü ha düşecek gibi titrek, ölüm gibi net, ümit gibi iki büklüm çıkış arıyordu… Ve ne zaman bir yere varsa, vakitlerden geceydi… Her ışık bir tümen asker gibi karşılardı onu. Bilirdi savaşlarla karşılardı her şehir… -içimde bunca ışıkla onca karanlığa kafa tutamam. Derdi. Geceleri yastığına düşerdi hüzün gözbebeklerinde büyüyüp. Gözlerini sıkıca yumardı bu zamanlarda çocukluktan kalma alışkanlığıyla… Ve - Tanrım! Derdi. -Bana hayatı çocukça anlat! Dilini bilmiyorum bu alemin…! 28/04/10 Esra CANPOLAT Denizli |