8 Haziran 2011 Çarşamba

dünyam

Andrei Tarkovsky // Günlükler
Emil Cioran  // Çürümenin Kitabı
Orhan Pamuk  // Manzaradan Parçalar-Sessiz Ev-Masumiyet Müzesi
Yusuf Atılgan // Aylak Adam- Anayurt Oteli
Hakan Günday // Kinyas ve Kayra - Az
Ece Temelkuran // Kadınların Kafası Karışıktır
Tezer Özlü // Yaşamın Kıyısına Yolculuk
Oruç Aruoba // De Ki İşte
S.Irzık-J.Parla // Kadınlar Dile Düşünce(Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet)
Andre Gide // Dar Kapı
Erasmus // Deliliğe Övgü
Sabahattin Ali // Kürk Mantolu Madonna
Oğuz Atay // Tutunamayanlar
İhsan Oktay Anar // Puslu Kıtalar Atlası-Suskunlar-Amat-Efrasiyabın Hikayeleri
Ahmet Büke // Alnı Mavide
Adalet Ağaoğlu // Ölmeye Yatmak
J.D.Salinger // Çavdar Tarlasında Çocuklar
Bertrand Russell // Aylaklığa Övgü
Henri Charriere // Kelebek
İsmet Özel // Of Not Being A Jew
Francis Bacon // Denemeler
Gabriel Garcia Marquez // Yüz Yıllık Yalnızlık
Hasan Ali Toptaş // Gölgesizler
W.Irvin,M.T.Conard,A.J.Skoble // Simpsonlar ve Felsefe
İ.Ergünün,Zeynep Kerman // Tanpınarla Başbaşa
Halil Cibran // Ermiş
Murat Menteş // Dublörün Dilemması- Korkma Ben Varım
Murat Uyurkulak // Tol
Turgut Uyar // Göğe Bakma Durağı
Cemal Süreya // Üstü Kalsın
N.F.K // Bütün Şiirleri
M.Proust // Kayıp Zamanın İzinde
Cemil Meriç // Bu Ülke
Mesut Varlık // Efendime Söyleyeyim
Tom Robbins // Parfümün Dansı
Alper Canıgüz – Oğullar ve Rencide Ruhlar
Elif Şafak // Mahrem
Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü-Huzur
N.Bekiroğlu // Cam Irmağı Taş Gemi
Samed Behrengi // Bir Şeftali Bin Şeftali-Küçük Kara Balık
Emrah Serbes // Erken Kaybedenler
Aslı Erdoğan // Kırmızı Pelerinli Kent

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Af

Herkesi affedersin. Bir gün..Esra’ya…
                                   Ece Temelkuran


Annemi dahi anımsamayı terk ettiğim anlar.. Ara sıra nabzımı hissettiren cümleler dışında başka hiçbir şey yok.. Ben bile.. Yalnızlığımın farkındalığının gücü bile.. Cılız birkaç heyecan..Bisiklete binmek, yeşile uzanmak, bebek koklamak.. Topu topu hepsi bu… Paylaşılmadan unutulmaya yüz tutan onca film işlemesi. Üstelik isim hafızam da eskisi gibi değil.  'Artık daha az inciniyorum' cümlelerim de hala külliyen yalan..Odam sisli.. Nikotin genzimi gıcıklıyor sabahları.. Ne kadar beyazın tarafındaysam o kadar içeri bulaşıyor dışarının lekesi. Öyle puantiyeli de değil hani. Kötü bir fırçadan öfkeyle fırlamış, zifiri..Öfkeyi de geçiyor insan. Öfke bazen tüm insanları affetmekten daha samimi halbuki. Ki hangi tokat miladı olamamıştır birilerinin. Mesela benim ilk hatırladığım dört yaşımdaydı.  Ben o zamanlar kırk yaşımdayım dediğimde çocukluğuma vururdu çoğu. Masalarda anlatılarak çoğalan kahkahaydı cümlelerim..Babamı affetmek yirmi yılımı aldı oysa. Onu anladığım an ise tuhaftır öfkeyi bildiğim yaşlardı. O yaz akşamı eve karpuzu ben getirdim. Babam emekli olmuştu. Ben emekleyen bir öğretmen.. Bu yaşıma rağmen kendime güvenememeyi öğretemeyen ..
Hamdım, piştim derken yanık kokuları sardı zihnimi,bedenimi...Perdeleri açılmamış bir odada yedi ay yaşadım. Tabakların fısıldaşmalarını saymazsak. Ve bazı geceler karanlık diye gölgesinde uyuduğum ensemdeki nefesleri. Hani uyuyakalmak için yalvarır insan bu zamanlarda.. Bu zamanlarımı anladığını iddia eden herkesi de eksilttim hayatımdan..Güzel anlarımı  özlemeyi unuttum.Sessizliği bastırmak adına eşlik ettiğim şarkıları da ağzıma almadım bir daha. Evreni soluduğum birkaç an için sabaha kalan baş ağrıları.. Bu teşbihler de anlaşılma telaşından. Ağzıma bu lanet nerden bulaştı bilmem ama neyi güzel ansam zamanla yarışıyor tükenmek telaşıyla.
Acıya yaklaştığında odama doluşanlar oldu. Asil ve yalın acılardan uzak bencilliğe ve yadsımaya ve de yüceltmeye boğulmuş ağrılarıyla. Çünkü ben onların 'iyiki'leriydim bu anlarda. Cesaret edemedikleri. Zaman makineleri. Birkaç  yıl öteleri.. Oysa hiç iç geçirmedim yerlerinde olmak adına. Hiçbiri zaman kokulu bir nesne kadar kıymetlenmedi bende. Üstelik telaşım varoluşum değil yokoluşumdu o aralar..Ölümümle meşguldüm tanrıya mehter marşıyla yürüdüğüm şu günlerde! Yüz hatlarım kadar duruşum da netleşmişti. Ve bazı evreni ruhuma doldurduğum o şarap tatlı tarifsiz anların dışında da bir şeyim yoktu..Bir ölü dinginliği ve netliğinde geçen günler..Ruhumla sesteş tutkulu cümleler dışında elde avuçta bir şey kalmadığı günler. Rüyaların ve ampulle başlayan günlerin yorduğu zamanlar hani..Nerdesiniz ulan! Nerde bu heterojen söylemler.Ağzımı rafinerisinden geçirmeden sövesim var aslında hepinize. Yok. Aslında affettim hepinizi..Sadece halim yok...24/05/11 Denizli

29 Nisan 2011 Cuma

İnsan/Nisyan


Ey unutmak...
Tabiatlarınıza mükafat,
Tabiatlarınızı aşağılarca(!)

(Kasım 2009)

Adsız I

Dedi ki: 
_Günahı tattım,tatlımsı biraz.. 
Şık elbiseler çektim üzerlerine 
(kendimce) 
Çıplaktılar.. 
Ve hissedebildiğim kadar yanlışa uzak… 
(aklım sıra) 
Çizgisini kaybetmemekle,çizgisini aşmak arası bir şeymiş. 
Ödünleri asla ödülü olamamış.. 
Ve sonu yokluk dedi. 
Zeytini iki defa dişlemek kadar yokluk.. 
Ağladı az.. 
Bir Meryem olamadım diye.. 
İnancını yitirmemişti hala.. 
Biliyorum dedi.. 
kayalara hükmeden bıçakları 
ismail’in boynunda susturandı.. 
ve biliyordu.. 
İbrahim olmak da zordu İsmail olmak da.. 
Durdu sonra.. 
Biraz tuz..dedi tanrım.. 
Tatsızım.. 
Lütfen.. 
Adını sordum.. 
Sustu.. 

(TEMMUZ 2009)

Bazen

Çıkarıp başını bir kış günü de olsa pencereden
Soluklanabilmeli insan
Ölebilmeli mesela ara ara
Tanrı yumuşayabilmeli bazen
Bazen aciz bir kul da olabilmeli

Yetişilmesi gereken onca işe sürerken
Direksiyonunu sevdiği bir yere kırabilmeli aniden
Sorulan bir soruya cevap diye
Aklından geçeni alakasız da olsa
Yüksek sesle söyleyebilmeli
En ciddi ifadesini almışken hayat üstelik
Gülmekten ağrıyan karnını tutabilmeli

Tanrıyla sohbet edebilmeli insan
Şarap içmeli karşılıklı yirmi üç yıllık
Neden diyebilmeli
İyikilerini itiraf edebilmeli
Sitem ederken
Dayayıp kafasını omzuna
Sensiz yapamıyorum diyebilmeli

Bir taşın üzerinden atlayarak intihar edebilmeli
Kötü hayaller kurabilmeli insan
Gözünü açtığında tekrar layık görülmüş gibi hayata
Dizlerini silkeleyip yeniden doğrulabilmeli
Kendine hayat bahşetmeli insan
Kaderin elinde olduğunu hissedebilmeli
Cesurca seçebilmeli tuhaf geleni insana

Tüm insan icatlarını görmezden gelebilmeli
Saatler rakamlar mevkiler para
Sudan sebeplere gülücükler dağıtabilmeli
Çirkin bir sesle de şarkılara eşlik edebilmeli
Öfkelenebilmeli hakaretler yağdırabilmeli hayata
Nefesini tutup da kimi
Bazen hayata fazla geldiğini düşünebilmeli
Bazen yerçekimini hissedebilmeli
Yorulabilmeli sevişmekten

Nasihatler vermeli kendine geçip aynanın karşısına
Kızabilmeli
Bazen asilce kendini terk etmeli o an
Kal diyebilmeli kendine sonra
Tüm yüzünün kıvrımlarını okşayabilmeli

Bazen yalnızlığı sevebilmeli
Tutup kendi elinden sinemaya gidebilmeli
Karın tokluğuna değil
Kendine sevdiği bir yemeği ısmarlayabilmeli
Özene bezene gitmeli hatta görüşmeye
Koşarak
Yetişmek için kendine
Bekletmekten hoşlanmadığı için kendini.
Su katmadan içkisine
Bulandırmadan hayatı
Sek içebilmeli

(Ocak 2010)
 

Pandomim

Dört yaşında ticarete atıldım 
Erdem uğruna dört yaşımda sattım gamzelerimi 
Çok güldüm 
Hayat geldi başıma 
Atlas gibi hissettim yükünü dünyanın 
Kaldıramam dedim 
Tam on sekiz yıl geçmiş 

Susmayı erken öğrenmişim 
Tam ortasında 
Hayır tam başında 
Tokatla bölünmüş şevkim 
Lal olmuşum o gün 
Kahkahadan dolan gözümün yaşlarının 
Ojelerim gibi kana bulandığını 
Yazarım ancak 
Masanın altında tutarken yasımı 
Ellerimi birbirine sürterek ısınmayı 
Geceyi beklerken çıkmak için 
Sabretmeyi acıyla donarken zaman 
Yazarım 

Şefkati bir bebeği okşarken öğrenmişim 
Yendiğinde öfkeni bir baba 
Ciddiye aldığım evciliklerde bir anne olabilmeyi 
Gülücükle kapıda birini karşılamayı 
Sırf yazmak için hatta 
Erkenden sökmüşüm alfabeyi 

Ruhum hep dört yaşında kalmış 
Yatalak bir hasta gibi büyütmüşüm bedenimi 
Hayatıma aldıklarım hep hırsızmış 
Soymuşlar önce 
Çırılçıplak 
Bakışlarının her bir darbesi 
Bin tövbe olmuş günahlarına 
Anne olmuşum kimine 
Baba ötekine 
Eş dost 
Tanrıcaları olmuşum 
Ama en çok da tanrının fahişesi 


Bir matem gibi kutluyorum yaşlarımı 
Her yıl dört yaşıma giriyorum 
Çıkıp masanın altından 
Kimse kalmadığında 
Ve ne olursa olsun 
Sürüp kırmızı ojelerimi 
Ve bir kadeh şarap 
O gün tüm cümlelerimi kırmızı mürekkeple yazıyorum 
Kanatıyorum ne varsa 
Bir bulantı içinde 
İçimde evet 
Kaç hayalin tohumu saklı ruhumun bakireliğimde 
Kaç içime çek(e) mediğim nefes 

(Aralık 2009)

Ardıç Ağacı

Bir yer..
Gözlerle sevişmemiş,
Düşüncelerin düşüne maruz kalmamış..
Bir yer..
İklimlerin huzurla dans ettiği..
Kelimeleri yok..
Dil bilmeyen...
Bir yer..
Elinde naftalin kokulu çeyizi
Anlaşılmayı bekler..
Bir yer..
Hala yok bi efsanesi..
Üzerine konuşulmamış,
Yazılmamaış,
Karalanmamış..
Bir yer..
Anıları altı yaşında küçük bi kız çocuğu kadar zinde
Zihinden en son silinecek hikaye..
Bir yer..
Vefa borcu ödenmiş..
Huzurlu..
Bir yer..
Yaslayıp sırtını dinlensen,
Öleli yirmi üç yıl olmuş;
Sanki izlediği suda bedenini temizler..
Su ki zemzem..
Ruhun;
Ardıç gibi ayakta..
Ardıç kadar kahraman
Ardıç kadar suskun...
Bir yer..
Arda kalan...

İçi oyulmuş ağacı benden başkasının anlayamayacağı..
Bir yer..
Aramızda sır..

(Ağustos 2009)
 

Tanrının Akşam Çayı

Tanrının Akşam Çayı
Artık gidebilirsin dedi tanrı
Sen oldun!
Oysa duvardı her yer, kapı yok.
Birisi bavullara dolduruyordu.
Elenmiş,
Sıkış tepiş yaşanmışlıkları.
Ve yine aynı birisi
İzliyordu yatağın köşesinde.
Korkuyordu biri.
Biri ne olursa olsun diyordu.
Tanrı ikisini de tanıyordu.
Elleriyle birbirine bitiştirdiğinde onları,
Ruhu açıkta kalıyordu birinin.
Oda soyundukça ürkütüyordu.
Tanrı karşısında hesaplaşan bir fahişe oluyordu.
Aslında bir yere gidilmiyordu.
Yer değiştiriliyordu.
Birinin terk ettiği yere
Birisi yerleşiyordu.
Odaların gözleri büyüyordu.
Tırsan cesaretlileri oynuyorduk.
Bir şeylerin toplandığı yoktu
Başka şeyleri de tüketmeye gidiyorduk
Hiçbir yalnızlık kuvvetli değildi
Bir hayal kırıklığı kadar.
Geceden daha koyu,
Gündüzden daha net.
Kulağım benden bağımsız
Bir melodi yaratıyordu hıçkırıklardan.
Evet acı!
Tüm eşyaların kalp atışlarını duyuyordum.
Köşedeki tel toka ölmek üzereydi.
Can çekişen ne varsa soluklarımız karışıyordu.
Bir ölen ben değilim diyordum
Yalnızlığımı kandırıp.
Yerle göğü karıştırdığım bardağımı
İnce belinden götürüyordum kanlı dudağıma.
Boğazımdaki düğümü çözsün diye sıcak
Cehennem katıyordum biraz da.
Anne! diyordum.
Beni rahmine geri al.
Ol diyene kadar tanrı orada kalayım.

(09 Şubat 2010)

28 Nisan 2011 Perşembe

İyelik Eki

Günah sevap tartımı kaybettim;
Gel-git değil bu defa..
Tamamen yitmek..
Kime aynam desem ardı karanlık..
Kimin karanlığına güneş bassam
Yüzüm silinir..
Zanlar başlar ardından..
'Artık'lar..
Arda kalanlar..
Kırıntılar..
Şimdi
Kimin dilinde sahiplik eki alsa adım
Korkularım başlar...

(Eylül 2009)
 

Hortum

rüzgar gibi okşarken oysa dokunduğumda taş kesiliyor hayaller boşluğun da sesi oluyormuş yerçekimi mi yok ayaklarımı hissetmiyorum harfler yutuyorum tüm cümlelerim parçalanıp sesimde ağzıma doluşuyor dilim ağırlaşmış rengim bir is gibi yazan kalemim oynama süresi dolmuş bir oyuncak gibiyim hani tanrının sıkıldığı kutuya konup da depoya kaldırıldığı atmaya kıyılamayan ama asla değerlendirilmeyen sonra yersiz sonra apansız bir hareketle yakılan tozlu kirlenmiş bir eşya gibi son bakıldığında derin nefes çektiren sonra bi dudak bükmesi sonra geçmişten kurtulma öfkesi ve tek hamle patt ateşin ortasında kımıldamadan duruyorum ayaklarım eriyor önce plastik pabuçlarım ayaklarımı koruyup da onları yanlış yerlere gitmekten alıkoyamayan pabuçlarım gözümü kırpmıyorum acımıyor etim de ağrıyorum gözlerim doluyor dünyada hiç bir yangını söndüremediniz diyorum kesin sırası değil yeri gelmiş diye de ağlanmaz ki yanağıma varmadan diyorum kesin başladı mı bitmek bilmezsiniz ellerim kırmızı ojeli küçük ellerim müdahale edemiyor mücadelesini yitirmiş saçlarım anethema flying şarkısını söylüyorum içimden siz pişmiş etimin sesini duyarken dream that i am dying to find the truth tek soluklu bir cümle boşlukta dağılmış dayanmaya çalışmış bir yere de diz kapağı kırılmış düşüvermiş ölümün ayağına 07 08 10 ritmi kaçmış bir tarihin 03 02 sinde göğsün üzerine çökmüş karabasan gibi kimseyi istemiyorum ya da kimsesizliğimden bu önümden milyonlarca fotoğraf yüzler geçiyor bu mu diye soruyorlar belki renk gelir tenime görsem dolmamalısın gözlerim kırpmıyorum bile onları ağrı doluyor gözlerime çaresiz harfler içimdeki müzik susmadan durmaz gibi çekmeli evrenin fişini şoklamalı tüm gözleri ışık tutup da körlük sahi hiç değinmedim bile gerisi susmalarım tüm duygulara eşit uzaklıkta eşit tonda eşit şiddette aynı sırada aynı satırda

Hiç

Dedi:
- Ağlayamadığım günlere adak olsun bu yaşlar…

Kendi yalnızlığının dilinde yazılmış bir manifesto edasıyla.

Oysa
- Her şey değişiyor; yollar, adımlar, vasıtalar, varılanlar, bırakılanlar, kıyafetler…

Ve yine her şey koca bir hortumun içine kapılıp, geçmiş gibi tozlu, ruh kadar bulanık, zihin kadar karmaşık, sonsuzluk gibi sisli bir yalnızlığa dönüşüyordu. Sonra yine yaka paça, soluk soluğa bir öfkeyle onu benliğine fırlatıyordu. Kendine çarptıkça canı yanıyordu…

Susuyordu…
İçine peygamber saklamış bir balık gibi hissediyordu kendini.
Derinlere iniyordu.
Gizleniyordu.
Durulup sonra
Her şeyden uzaklaşıyordu.
Hiçbir bulantıya yer vermemek,
Kusmamak için…

- Ahh..İçimin güzellikleri ne bereketsiz…
Diyordu.
- Bunu da kaybedemem…

Doğum günüydü. Susmamıştı gözyaşları daha. Hâlbuki daha dün, daha dün..! Ödemişti tanrısına tam yirmi üç yılın vefa borcunu. Hayattan çaldığı bozuk zamanlarla… Hayat dilenip de üstü kalsın diyerek bırakıp ümitlerini… Hani karşılığında ucu ucuna yeten bir tebessüm almıştı da zaten kahkahalarda yokmuştu gözü…

Annesini hatırladı yine yetindiğinde;
Ve babasını andı en fiyakalı küfürleri sıfat diye adının önüne ekleyip!

Evine geldiğinde farklı karşılanmıştı bu defa. Yalnızlığı tüm ziynet eşyalarıyla süslenmiş, alımlı, neşeyle, çoğalarak açmıştı kapıyı “ İyi ki doğdun! ” nidalarıyla… Aralarından sıyrılıp da balkona kaçtı. Gökyüzünden tek nefes çalamadı derince…

- Nasibim mi bu kadar...? (Bunu kendine bile söyleyemedi içinden.)

Koca bir HİÇ olamamalıydı tüm soruların cevabı. Bir yaraya tırnak atmak gibi irkilticiydi bu gerçek…!

- Tutkalı olmalı iki âlemin. Bu boşluk, havada asılmışlık, belirsizlik ritmini bozuyor yaşamın, soluklarını çalıyor…

Diyordu. İçinden konuşuyordu. İçine… İçli… Dilinde kelimeler ellerinde bastonla ha düştü ha düşecek gibi titrek, ölüm gibi net, ümit gibi iki büklüm çıkış arıyordu…

Ve ne zaman bir yere varsa, vakitlerden geceydi… Her ışık bir tümen asker gibi karşılardı onu. Bilirdi savaşlarla karşılardı her şehir…

-içimde bunca ışıkla onca karanlığa kafa tutamam.

Derdi. Geceleri yastığına düşerdi hüzün gözbebeklerinde büyüyüp. Gözlerini sıkıca yumardı bu zamanlarda çocukluktan kalma alışkanlığıyla…

Ve
- Tanrım!
Derdi.
-Bana hayatı çocukça anlat! Dilini bilmiyorum bu alemin…!

28/04/10
Esra CANPOLAT
Denizli
 

Bir Var Bir Yokken

(yağmurlu bir gece) Saçlarını toplardın..Ve siyah sırtı açık bir elbise. Göz kalemin yüzüne akmış olurdu, yüzünün ortasında onurlu bir savaş yarası gibi.. Öptüğüm her tel kirpiğin bir eski şarkının ismiyle anılırdı..


Bu sabah bir Türk filmi tadında uyandım. Sıradan.. İçli ama.. Benim aşk dilinde sözcüklerim kalmamıştı hatta yazamadım kokusunu.. Susmanın o ağır ve şık kıyafetini giydiğimde yalnızlığın koğuş kokulu odalarında uyudum. Hayır, uyunmuyor orada. Gücün zaafı işte tam da burası belki!
Öğrenciler sınavları biter bitmez şehri boşalttı. Fakat sınavları dışında tonla telaşı varmış gibi yaşıyorlardı. Önemi yokmuş. Bir benim şehri beklediği hissine kapılan. Bu şehrin bir vefa borcu olsa gerek bana. Neyse yakınmanın alemi yok.
Dünyanın sonunu görüyormuşum rüyamda. Bir maceraya atılmaya değecek kadar şık değilmiş dedim uyandığımda. Hem olsa da kaç bataklıktan geçiyor insan. Çamurlaşıyor. Özünden midir bilinmez. Aynaya baktım kısaydı saçlarım hala. Ölmediğimi o an anlıyorum. Yıkandım. Çeyrek asırlık tozu aldım üzerimdeki. İyi olmaya karar verdim sonra. Ruhum pazar akşamı verilen ve pazartesi bozulan yeminler gibiydi. Sadığımdır sözlerime de bu da söz geçiremediğimden kendime belli ki..
Sevdiğim bir tarağım vardı. Senin okşayamadığın saçlarımın onca yıllık rehavetini alan. Eskisinden daha çok ayrıntıya düştüğümden ve düşkünlüğümden belki sıktı dişleri(m) . Neyse. Dökülmüş bir dişi. Güzel olan ne eksilmiyor ki dedim..Ve istediğin kadar yıkan, hayat bir şekilde sana bulaşıyor. Gidilmiyor o sessizlikle bir yere; çünkü çoğu zaman anneler de ölüyor..
Neyse. İyi olmaya karar verdim bugün ve içinde şeytan barındıran tırnaklarımı keserek başladım işe. Kabul olacağına inanmak istediğim bir duayı sürdüm yüzüme. Kokusu ve rengi yok. Ama su gibi. Yaşamak gibi..” Lâ te’huzühû sinetün ve lâ nevm. “ iyi ki bu cümlen var. Yalnız kalınıyor çünkü birileri uyuduğunda. Yine o birileri sigarasına benimle başlayıp başkasıyla söndürüyor aklında. Yanında belki. Ağzından çıkacak tek bir kadife kelime için oysa dudaklarının kıyısında bir dilenci gibi karşılanarak beklersin de hani, susar o birileri. Hâlbuki gözlerin kapalıyken bile çizilir o birilerinin sureti her kıvrımına kadar. O birileri çok güzel terk eder çünkü inandırarak. Muska gibi kalbinin üzerinde taşırsın son bakışını da gün gelir aynaya baktığında yüzün kırış kırış olur. Tecahül-i ariften gelinmez o vakit. Senindir ıskaladığın zaman.
Sonra bir gün tüm kadınlığınla girersin o yatağa. Yine yanında durgun, suskun ama güvende uzanışı düşlerken o birilerinin. Bazen o kadar güzel olur ki bir hayal asla sizin olamayacak kadar. Ve zamanın gerçeği bulandırdığı o anda varlığınızın bir yoklaması alınsa sınıfta kalırsınız. Ödül müdür bu lanet midir bilinmez. Ama üşüyor insan bu anlarda. Üşütüyor hatta. Hayatı öksürürsün de gitmez bu zamanlarda. Ne aşkı ne de ayrılığı becerebiliyor bazen insan. Aşka gelince susuyor da ayrılık çözüyor dilini. Bazen çok inanınca tanrının sadık bir kuklası gibi hisseder kendini insan. O üfler sen olursun. Ben üflerim sen yoksun..(Ocak 2011)